Kitabı tanıtmada çok yetersiz bulsam da önce arka kapakta yazanları paylaşarak başlayayım bu güzel kitabı anlatmaya;
Yalnız Bir Avcıdır Yürek, sadece karamsar bir varoluş düşüncesinin yansıdığı derin bir duyarlılığın romanı değil, yazıya geçirilmiş içli ve tedirgin bir müziğin parçasıdır. 1930’lu yıllarda ABD’nin küçük ve kasvetli bir Güney kasabasında yaşayan sağır bir kuyumcu, bir genç kız zenci doktor, bir lokantacı ve aykırı bir gezgin işçinin ayrı sesler olarak yankılanan öyküleri birleşip romanın temel yapısını oluşturuyor.
Carson McCullers’i otobiyografik öğeler taşıyan bu ilk romanını, İngilizceden ve Fransızcadan yaptığı otuza yakın çeviri, yayınlandığı deneme – eleştiri kitapları ve anılarıyla tanınan Mehmet H. Doğan Türkçeye çevirdi…
Öfke yoksulluğun en değerli çiçeğidir.
Benim için kitabın ilk dikkat çekici özelliği ismi oldu. Öyle vurucu ve dikkat çekici ki. Bilmem sizde böyle düşünür müsünüz, ama benim yüreğim gerekten yalnız bir avcı…
Kitapta beş ana karakter var tanıtımda da bahsedilen. Bunarın ayrı olan öyküleri kitapta o kadar güzel harmanlaşmış ki, dilsiz Bay Singerin yaşantısı bağlamında, kitabın sayfalarını nasıl çevriğimi anlamadım bile.
Yüreğimin tellerini titreten bir hikâyesi vardı, daha doğrusu hikâyeler toplamıydı kitap. Uzun zamandır bana bu hissi veren roman okumamıştı. Bekli yüreğimin tellerinin zaman içinde kalınlaşmasıydı buna neden, bilemiyorum…
Ama kitabı çok ama çok sevdim.
Artık aşağıda düşecek yer, uçurum kalmayıncaya kadar derinlere iniyordu. Umutsuzluğun kat dibine ulaştı ve ancak orada huzur buldu.
Müziğe olan tutkusuna karşın yaşamı bu hayaline yaklaşmasına bile izin verilmeyen zavallı Mick…
Kafasındaki derin sorular ve gözlemleri ile anlama çabasında olan Biff…
İşçi sınıfının sorunlarına kafa yorun ve insanları aydınlatma çabasında olan Blount…
Ve zencilerin aydınlanması için bıkıp usanmadan çalışan Doktor Copeland…
Ve John Singer, romanın her şeyi, tüm kahramanların birleştiren ortak nokta.
Herkesin kendinden bir şeyler yüklediği, yalnızlığına yoldaş ettiği Singer. Buna karşın Singer’in derin yalnızlığı.
Ve alışkanlıkla yarından daha öte karanlıklara dalıp kaybolmamak için düşünce alanlarını daraltıyorlardı.
Kitapta en çok Bay Siner’i kıskandım. Beklide kendi hayatımda bir Bay Singer olmadığından.
Sadece dinleyecek, sizi yargılamadan dinleyecek biri olması ne büyük bir zenginliktir…
Öyleyse ne vardı kızacak? Aldatılmıştı sanki. Ancak yine kimse aldatmamıştı onu. Öyleyse suçu üzerine atacak kimsede yoktu. Ama ne olursa olsun, bu duygu vardı içinde: Aldatılmışlık…
Ve kitap bittiğinde içinde derin bir boşluk kaldı bende. Tıpkı roman kahramanlarının Bay Singer’in gidişinde hissettiklerine benzer bir boşluk oldu.
Ve bu boşluğu biraz giderebilmek adına sizle bu yazıyı yazmaya başladım.